En aslî vazifemiz, ebedî ve mutlak hakikatin kapısında dimdik beklemek suretiyle, hakikat kapısını aralamak ve onu meydan yerine taşıyabilmektir. O mutlak hakikati meydan yerine taşıyabilmek; bazen kalem, bazen de kılıç ile gerçekleşmektedir. Kalemini silâh, şiirini ise mermi olarak kullanan Büyük Doğu Mimarı Üstad Necib Fazıl, şiiri şu şekilde tarif etmektedir;

-“Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hâdiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahcup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nisbetlerini bularak mutlak hakikati arama işi…” 

Şiiri mutlak hakikati arama işi olarak gören Büyük Doğu Mimarı, bu anlayışını bizim için biraz daha sarahate kavuşturarak davamız açısından kuşatıcı ve denetleyici hükmünü şu şekilde çerçeveler:

-“Şiir, Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama işidir.” 

Anlayışımızın şiire bakışı budur…

Büyük Doğu Mimarı’nın zihnimizi şiir hakkında bu istikamette şekillendirmesiyle beraber, artık bizim için şiir; belli vezin ve kafiye ile rastgele yazmaktan ziyâde, ahengi ve akoru ile farik ve mümeyyez bir edebî sanattır. Hem vezinsiz, hem kafiyesiz, hem ahengsiz, hem akorsuz “sayıklamalar” ise hiç değildir. Şiirdeki bu aheng ve akoru bozmak suretiyle ve bu bozmanın neticesinde insanımızın elinde EDEBİYAT ve ŞİİR namına ne varsa silip süpürmeyi kendisine gaye edinen,  tarihî kökünü Tanzimat’ın açtığı ve Servet-i Fünun döneminin de filizlendirdiği, nihayet Nazım Hikmet’le tüm köşebaşlarını tutan “serbest” yâni “vezinsiz” şiir, ülkemiz fikir ve sanat hayatının büsbütün iflasa sürüklendiği Cumhuriyet döneminde, kendilerini “Birinci Yeni” diye isimlendiren Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet Anday üçlüsünün etrafında “Garip” hareketi şeklinde iyice ete kemiğe bürünmüştür.

Bu üçlünün etrafında gelişip serpilen bu akım, o âna kadar EDEBİYAT ve ŞİİR namına ne varsa yıkıma uğratmış, sanat hayatımızda “yapmaktan ziyade yıkmanın” “ihyadan ziyade imhanın” temsilciliğini üstlenmiştir. Söz konusu üçlünün açtığı bu çığır, “içinden geldiği gibi yazmak” şeklinde tarif edilebilir.

Şairin vazifesi şiir marifetiyle mutlak hakikatin seviyesine yükselebilmek ve onu şiir sırrıyla remzlendirmek olmalıdır. Şu hâlde, bu kadar ince, önemli ve öncelikli bir vazifesi olan şair, her zaman “içinden geldiği gibi” yazsa o “inceler incesi” hakikati bildirip, hakkaniyete hizmet edebilir mi?

Koskocaman bir hayır!..

Zira edebî bir eser oluşturmak, belli bir ölçünün olduğu kadar, ölçülü bir tefekkürün de ürünüdür. Şu satırlara dikkat:

Oysa hepimiz biliriz ki, insanın kalemine her zaman ‘iyi gelmez’. Kaleme iyi gelmesi için, ‘nasıl geliyorsa’ ile yetinmemek lâzım. Şiir yazmak demek, her kelimeyi, her mısraı, her kıt’ayı tartmak, hepsi hakkında hüküm vermek demektir; şairin kulağı kirişte olmalı, sese, mânâya, kelimelerin yerlerine dikkat etmeli. Zaten bir adamın şair olup olmadığı, içindeki şarkıyı yüksek sesle söylediği zaman belli olur; ama bilirsiniz ki, duymak başka, duyduğunu ifade etmek başkadır. Yüksek sesle şarkı söylemek için insanın sesi olmalı, kulağı olmalı, şarkı söylemesini bilmeli. Kendi kendimize şarkı söylediğimiz zaman sesimiz olmasa da, yanlış da söylesek beğenebiliriz; ama başkaları için mühim olan, şairin içindeki ses değildir. Okuyucu şairin içinde değil ki! Şair yanlış söylerse, söylediği de yanlış duyulur

   Cumhuriyet döneminde yaygınlaşıp bir takım zevat tarafından destek gören bu “içinden geldiği gibi yazma” mikrobu, ne kafiye ne vezin hiçbir ölçü tanımayan, vezinde bağımsız fakat şahsiyetinde esaret kokan bir güruhun eseridir. Zaten halis bir niyetle yola çıkılmış ve yeni bir edebiyat akımı oluşturma gayesiyle gerçekleştirilmiş değildir. En büyük gayesi “eski” mefhumunu yıkmaktır. ‘Garip’ akımının garip temsilcilerinden Orhan Veli’nin “Lakırdılarım” ismini verdiği, gerçekten de lakırdıdan öteye geçemeyecek olan şu mısralara dikkat edelim:

1914’de doğdum,

15’de konuştum;

Hala konuşuyorum.

Lakırdılarım ne oldu?

Gökyüzüne mi gitti?

Belki de hepsi geri gelecek

Tayyare biçimine girip 1939’da.

Allah varsa eğer

Başka bir şey istemem ondan.

Bununla beraber istemem

Ne Allah’ın olmasını,

Ne de işimin Allah’a kalmasını.

Bu satırları yazan kişinin elinde serpilen ve tüm vatan sathına bulaşan bu veba mikrobunun açtığı menfi hava sebebiyle, Türk şiiri dönüşü olmayan bir yola girecek ve ‘önüne gelenin şiir yazdığı’ bir saha olarak karşımıza dikilecektir. Mahut ‘içinden geldiği gibi yazma’ hastalığını, Necib Fazıl şöyle tasvir edecektir:

-“İnsanların ancak tuvalette ihtiyarsızca düşünürken içinden geçen mânasızlıkları alt alta istiflemek… İşte yeni şiir…

Kültür davamızın yılmaz ve yıkılmaz müdafii olan Necib Fazıl, diğer her türlü yozlaştırıcı cereyana karşı olduğu gibi, ‘Garip’ akımı vasıtasıyla ülkemiz edebiyat hayatının haysiyetini ayaklar altına almak isteyen şahsiyetsiz zümreye kükremesini ve Anadolu’nun edebiyat haysiyetini onların Frenkleşmiş ellerinden almayı da bilmiştir. Mütehassıs hekim, söz konusu bulaşıcı hastalığa bilhassa ve her vesileyle dikkat çekmiştir:

-“Yeni şiir… Basit, bedahat kadar basit, fakat onun kadar nümayişsiz ve emin bir anlatış üzerindeyim: Bu bir hastalıktır.

   Mezkûr hastalığın mikrobunu bünyesinde barındıran Orhan Veli, “Eskiler Alıyorum” şiirinin son mısraında “rakı şişesinde balık” olmak isteyen içki mübtelâsıdır. “Rakı şişesinde balık” olmak isteyenlerin yeri EDEBİYAT TAHTI değil, tam da bulunmak istedikleri yerdir. Öyle bir yerdir ki bu, dün kendileri belki az buçuk kaliteyi dahi temsil etseler, günümüzde “lakırdı” dan geçip artık “sayıklama” nın envai çeşidine düşmüş, üstelik “İslamcı” geçinenler de dahil her köşe bucağı tutmuş seviyesizliğin, ahenksizliğin ve ölçüsüzlüğün “öncü” sü ve “çığır açıcı” sı olmak suçundan mahkûmdurlar.