Gerçekle örtüşmeyen özentili yaşama tutkumuzun, beden ve ruh sağlığımızı ne denli bozduğunu bir düşünsek ve de gereğini yapabilsek. Kaliteli yaşamın salt varsıllıkta olmadığını, beden ve ruh sağlığımızı korumakla olası olabileceğini bir anlayabilsek; ne iyi olurdu. İçi kof özentilere fazlaca eğilim göstermezdik, değil mi?

       Böylece yaşam kalitesini dışsal değil, öze indirgeme erdemini yakalayabilirdik. Samuel Johnson : “ Şimdiye kadar kimse taklit yoluyla büyüklüğe ulaşamamıştır” diyor. Her şeyden önce kendimize başkalarının gözlüğüyle değil, kendi gözlüğümüzle özgün bir bakış açısı kazanmamız öne çıkıyor, bence.

        Başkalarını nasıl gördüğüm değil, benim kendimi nasıl gördüğüm önemlidir. Böylece kendimizi kendi yargımız, kendi gerçeğimizin ölçeğinde değerlendirmiş oluruz. Asıl kaliteli yaşam da buradan, kendi gerçeklerimizden beslendiği ölçüde vardır, kalıcıdır, sağlıklıdır. “ Zırh kuşanıp kılıç takmak adamı şövalye yapmaz” diyor, Chaucer de.

         Dışsal değerlerden beslendiğini sandığımız zorlama- özentili varsıllıklar bize özgü değildir. Kaliteli yaşama pek katkısı olmaz. Aksine kendi içimizde kendimizi yoksullaştırır; mutsuz eder. Bu olumsuzluğun giderimi, kendi kedimizi yönetme, birey olma bilincine ulaşmamızla olasıdır.

       Özentilerin beslediği her koşu, sonuçta yorar insanı. Hangi hedefe neden yöneldiğimizi bilmeden akıntıya kürek çekme kolaycılığı gerçek başarıya götürmez bizi. Başarı kolayın değil, zorun ucundadır her zaman. Kendi işlevselliğimizin ürünü olması daha da önemlidir, bence. Soluğu kör bir devimle bir yere varılamayacağını düşünüyorum.

       Oysa akıntımızı kendimiz oluşturursak kendi kendimize, kendi özgüvenimize dayanırsak, hedefimizi kendimiz belirlersek yolculuk daha bilinçli ve başarılı geçer, sanırım. Kendimize dayanarak kazandığımız her başarı mutlu eder, yeni başarılara taşır bizi değil mi?

       Kendimizi kendimizde aramak, özgüvenimizi besleyip özgünlüğümüze yansıtmak varken, özentilere tutsak olmak, başkalarına bağımlı kalmak niye? İlâ da bunu yanıldığımızda, tükendiğimizde anlamak zorunda mıyız?  Unutmayalım ki ikinci kez dünyaya gelme hakkımız ve şansımız yoktur, yeniden özgün kişiliğimizi yaşamak için…

       Albenisine tutulduğumuz çoğu söylemlerin, objelerin ucunda bizi içine çeken tuzaklar olduğunu unutmayalım, demek geçiyor içimden. Cervantes :  “Her parlayan altın değildir,” diyor. Her dönemde daha zekiler, daha cin akıllılar safları, ahmakları kullana gelmişlerdir. İnanç ve etik değerlerin öne çıkmadığı sürece de insan, insanın kurdu olamaya devam edeceğe benziyor.

         Ne kurt, ne de kuzu olmak istemiyorsak, KENDİMİZ olmak zorundayız.

Bağımlı olan değil, bağımlayan olmak her zaman daha yeğdir demeye çalışıyorum; kabul görür mü bilemem? Başkalarının ateşinde ısınmak soğuktan korunma güvencesi vermez bize, kendi ateşimizi kendimiz yakmadıkça…

          Ayaklarımızın gücünü, başkalarına yetişmek için değil, kendimizi geçmek için kullanmalıyız,  demek geçiyor içimden.