Batı düşünce tarihinde “hissi akılcılık” ın uzun süre görmezden geldiği Ortadağ düşüncesi, matematik ve dil konusunun esas noktalarından birini kendine mesele edinmişti; Külli cevherler bir varlığa sahip midir, sadece bir isimlendirmeden (nominalizm) mi ibarettir?

 

Tüm kırmızı varlıklarda ortak olan kırmızılık özelliği olan kırmızılık kavramı, kırmızılık özelliği kazandırdığı varlıklardan ayrı olarak bir mevcudiyet sahibi ise, niçin bu özellik-varlık’a sahip olan diğer varlıklar ondan başka bir varlığa niçin sahip olamamaktadırlar veya ilişkide bulunmak için niçin o varlığı seçmişlerdir?

 

Yukarıdaki ifadelerde “seçmek”, “ sahip olmak” gibi süjeye matuf fiillerin kullanılmasından murad edilen mânâyı fizikte cismin “hareketini devam ettirmek istemesi”, “merkezi kuvvet tarafından çekilmesi” gibi anlamak mümkündür. Mevzuun matematikle alâkası insanî techizatın nesneler dünyası ile ilişkisinde düğümleniyor. Matematiğin nesneleri ile hiç kesişmeden, bir zihin alıştırması, bir dilbilgisi pratiği olsaydı, “pratiğin sayısız tekrarıyla doğruya ulaşılamayacağı” hakikatinden hareketle, kendi içine kapanarak dönen bir sistemden yeni bir şey çıkmayacağı aşikârdır. Oysa ki her yıl yayınlanan yaklaşık elli bin matematik makalesi bunu yalanlar. Bu durumda, nesneler dünyası kümesiyle matematik dünyası kümesinin ve iç ilişkilerinin birebir eşleşmesi gerekirdi, çünkü matematik güzel olmasının yanı sıra doğru ve faydalıdır. Bu farzediş matematiğin tamamlanmamış olduğuna açıkça terstir. Dünyaca meşhur matematikçimiz Ord. Prof. Dr. Cahit Arf, Doç. Dr.Mehmet Cemil Uğurlu’ya 9 Ocak 1982 tarihinde verdiği özel notta standart tanımlamayı şöyle yapıyor:

 

“- Doğaya uygun organlarımızla kaydettiğimiz veya öyle sandığımız algılar ve bunlar arasında gördüğümüzü sandığımız neden ve sonuç bağıntılarından oluşan bir küme gözüyle baktığımı sanıyorum. Kanımca matematik tümevarım ilkeleri ile zenginleştirilmiş lojiktir. Daha açık bir deyimle, tümevarım ve lojik ilkeleri ve de aksiyom dediğimiz tanımlama ilkeleri yardımı ile aralarında neden ve sonuç bağıntıları kurabildiğimiz sembol kümelerine matematik yapılar diyebiliriz. Yine kanımca doğa bilimleri ideal anlamda şöyle olmalıdır: Bir matematik yapıyı oluşturan semboller ile bir kısım algılarımızdan oluşan bir kümenin üyeleri arasında bire bir bir karşılaştırma yapmak ve bu karşılaştırmada neden sonuç bağıntıları kurmak, diğer bir deyimle söz konusu algı kümesinin bir matematik modelini yapmak”

 

İkinci olarak, matematik, eşya ve hadiseler arasında zeten mevcud bulunan ilişkiyi keşfederek “fizik-tabiat”ın teorileştirilmesinden ibaret görülmekle fen bilimlerinin (ve hatta sosyal bilimlerin) bir hizmetçisi mevkiine indirilmekle haklı olunsaydı, “bir şeyin kendisi için varolmadan başka birşey için varolmayacağı” ’ndan hareketle –ki, başkası için varolmanın herhangi bir varlık için kendisi için varolmaya yeterli olabileceği ispat edilebilirse de, kâinatta bu tanımlamaya en uzak şeyin matematik olduğu da aynı yolla ispat edilebilir-, matematiğin doğru ve faydalı olmasının yanı sıra güzel olduğunu söylemek yeterlidir. Bu farzediş, matematik tarihindeki pek çok gelişmeyi dışta bırakır.

 

İlk bakışta görülen bu mülahazalardan, matematiğin icad mı keşif mi olduğu tartışmalarının iki ucunun da hatada neticelendiği sonucu çıkartılabilir. Soruya verilecek cevap, kabak tatlısını sevip sevmemek gibi şahsi tercihle âlakalı basit bir “ben yaptım oldu”dan ziyade, tüm insanî bilme faaliyetinin sağlam temellere oturtulmasının esas noktalarından biri olacaktır. Problemin kaynağı, insan zihni ile tabiat arasında mutlak bir ayrım gözetmek, daha doğrusu bağlantısız iki ayrı alan olduğunu farzetmektir. Problemin aşılması, hiç şüphesiz büyük düşünür Salih Mirzabeyoğlu’nun dil alanının tümü için genel hüküm halinde ortaya koyduğu “varlığı anlamak için yapma varlık” formülünde saklıdır. İnsan zihninin icadı olarak “yapma varlık-teknik” olan matematik, aynı zamanda “varlığın sırrını ifşa-keşif”tir. Bu mânâda da, dil çerçevesinde, dilin peşinden sürüklediği tüm meselelerle birlikte düşünülmelidir.