Birkaç yıl önce televizyon ekranlarında  “Yalan Dünya” adında komedi türünde bir dizi film oynatılırdı. Aklımda kalan tek yanı  Ne Çektin Be Gülistan” repliği olmuştur. Vasfiye teyze adındaki kadın ortalığı hallaç pamuğu gibi attırır, sonra da dizinin her söylenene inanan, saf,  dürüst, karakterine böyle hitap eder, biz seyirciler de gene inandı bu saftirik diye tebessüm eder gülerdik. Gülistan’ın yaşadığı hayal kırıklığını Vasfiye teyze hiç umursamaz kendi haklı görmenin mağrurluğu ile gülümseyerek poz verirdi.

Bu acımasızlıkla insani ilişkiler ve devletlerarası münasebetlerde çok sık karşılaşırız. Muhatabımızın bizim zayıf yönlerimizden ve iyi niyetimizden istifade ederek her seferinde bizi zor durumda bırakması kendini haklı çıkaracak bir takım sonuçlar elde etmesi katlanılması kolay bir durum değildir. Milletler ailesi içerisinde de devletlerin durumları biz insanların durumuna benzerlik gösterir. Liberal ekonomik sistemin esasında “dış politikalar ülkelerin çıkarları üzerine inşa edilir” diye ifade bulsa da yine aynı sistemin çarkları “büyük balık küçük balığı yutar” anlayışı ile dönmeye devam etmektedir. Meşrutiyet döneminden bu yana millet olarak yüzümüzü batıya çevirmiş istikbali o yönde arar halde istikamet almaya çalışıyoruz. Kat ettiğimiz mesafe elde ettiğimiz fayda elbette tartışılabilir. Buna alternatif olarak ne yapılabilirdi sorusu elbette ki sorulabilir. Bu soruların cevabına geçmeden ve çok geriye gitmeden şuan bulunduğumuz yeri yeniden gözden geçirmenin daha faydalı olacağı kanaatindeyim.

1959 yılından beri o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) şimdiki adı Avrupa Birliği (AB) olan oluşuma girmek için uğraşıyoruz. Avrupa’nın şımarık çocuğu Yunan Devletinin müracaatından hemen sonra acele bir kararla Avrupa Ekonomik Topluluğu'na (AET) üyelik maceramız başlamış oldu. AET ile Türkiye arasında imzalanan 1963 tarihli Ankara anlaşması ile Türkiye’nin topluluğa tam üyeliği nihai bir hedef olarak benimsenmiş, tam üyeliğe giden yol “hazırlık dönemi”, “geçiş dönemi” ve “son dönem” olarak üç evrede öngörülmüştür. Hazırlık döneminin tamamlanması ile 1970 tarihli Katma protokol imzalanmış ve bu protokole göre geçiş döneminin başlaması öngörülmüştür. Bu geçiş dönemi ile birlik ülkeleri ve Türkiye arasında kademeli olarak gümrük birliğine geçiş amaçlanmıştır. 22 yıl sürecek geçiş döneminde ülkemizde yaşanan ekonomik krizler ve askeri darbeler neticesinde ortaya çıkan istikrarsızlık ortamında ilişkilerimiz istenilen düzeye hiçbir zaman gelememiştir. Turgut Özal döneminin Liberal ekonomik politikaları ile ivme kazanan üyelik maceramız Tansu Çiller’in gümrük birliği anlaşması ile yeni bir boyut kazanmıştır. Gümrük Birliği Türkiye’nin toplam ticaret hacmini artırmış fakat ithalat ta lehine bir dağılım gözlenmiştir. Üniversitelerimizin, önemli kamu ve özel sanayi kuruluşlarımızın AR-GE için yeterli yatırım yapmamasından dolayı teknolojik ürünlerin satışında dışarıya bağımlılığımız artmış Türkiye’de üretilip AB ülkelerine ihraç edilen bir televizyon veya otomobilin birçok ileri teknoloji ürünü parçası yurt dışından ithal edildiğinden yapılan ihracatın katma değerinin düşmesine sebep olmuştur. İhracatımızdaki artış insanımıza kağıt üzerinde refah sağlamış gibi görünse de zaten zor şartlarda üretim yapan yerli üreticilerin kepenk indirmesine zemin hazırlamıştır. Aleyhimize olan bu gelişmeleri yabancı sermaye girişleri ile bir miktar tolere etmiş olsak da beklenen yabancı sermeye girişi hiçbir zaman özellikle reel sektörde  tam anlamı ile  geçekleşmemiştir. Birlik tarafından üye ülkelere sağlanan mali yardımlarda her seferinde veto engeli ile karşılaşmış ülkemize bu yolla beklenen kaynak akışı da sağlanamamıştır. “vermeden almak deyimi” bu durumu çok güzel özetler. Gerek Gümrük Birliği çerçevesinde yüklenmiş olduğumuz taahhütler, gerek Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası’nın dayatmaları neticesinde ortaya çıkan yükümlülükler ve gerekse AB’ne tam üyelik yolunda Kopenhag Kriterlerine uyum bağlamında dayatılan reform ve değişiklikler Türkiye’yi hukukî, iktisadî, malî, politik ve kültürel anlamda, başta AB olmak üzere dışa bağımlı, bazen toplumun istemediği kararları da almak zorunda kalan, üretime dayalı gelişim ve kalkınma dinamiklerini yitirmiş kendini  AB’ne tam üyelik yolunda tüketmiş bir ülke olma noktasına getirmiştir.

Ülke olarak kavrayamadığımız yada kavramakta geç kaldığımız nokta AB’nin sadece ekonomik bir entegrasyon değil, aynı zamanda siyasi birliğe giden uluslar üstü bir yapı olduğudur. AB’nin tek taraflı iradeyle alacağı kararlara uyma Türkiye’nin taahhüdü ve zorunluluğudur. Başa dönecek olursak onların rahat ve huzuru için bizler acılar çektik.  Adı geçen kurumların dayattıkları reçeteler doğrultusunda alınan karalar, mevzuat değişiklikleri ve uygulanan politikalar Türkiye’de sanayi ve tarım sektörüne darbe üstüne darbe vururken, kültürel alanda insan hakları kisvesi altında yapılan ve ülkenin siyasal ve toplumsal bütünlüğüne yönelmiş mevzuat değişikliği dayatmalarıyla milli birliğimiz zarar görmüştür. 1999’da Lüksemburg Zirvesi’nde “aday üye” olduğumuz AB kapısında 3 Ekim 2005 yılında müzakerelerin resmen başlatılmasına karar verildi. “Müzakere Çerçeve Belgesine” göre müzakereler, sonucu önceden kestirilemeyen “ucu açık” bir süreç olarak görüldü. Bugün halen 35 ana başlıkta müzakereler sürdürülmektedir. Ankara’da gündüz vakti patlattığımız havai fişekler ve yapılan zafer kutlamaları bu tarihe rastlar. Yiyeceğimiz kokoreçten tutunda adalet, temel hak ve özgürlüklere kadar uzanan geniş mevzuat değişikliği yelpazesi içerisinde en akılda kalanlar; Cemaat vakıflarının taşınmaz mal edinebilmeleri  ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilmeleri, Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabilmesine imkan sağlanması, yabancı dil eğitimi ve öğretimi ile Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi hakkında Kanun hazırlanması, AB’nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi Günter Verheugen’in “yüzyılın işi’’ olarak nitelendirdiği Türk Ceza Kanunu’nda 440 ve devam eden 444. Maddelerinde (zinayı suç olmaktan çıkarmak için) yapılan değişiklikleri, yeni Gıda Kodeksi'nde, domuz, at ve tavşan eti “diğer kasaplık hayvanlar” olarak sıralanması ve Terörle Mücadele Yasasında yapılan değişikliklerdir.

Bütün bu düzenlemelere rağmen 15 Temmuz darbe girişiminden sonra hükümetimizin uyguladığı tedbirleri bahane edip yaptırım kararı alan Avrupa parlamentosu üyelerine ve Avrupa Birliği yöneticilerine “HADİ ORDAN’’ diyebilmenin tam zamanıdır. Bu restimizden sonra hedef ülkemizde adı henüz yeni yeni duyulan Şanghay İşbirliği Örgütü de değildir. Hedef Türk Birliği ve Türk Ortak Pazarı olmalıdır. Turan coğrafyası bizi çağırıyor. Bu çağrıya kayıtsız kalamayız. Güçlü bir şekilde kollarımızdan birini Avrasya coğrafyasına diğerini İslam coğrafyasına uzatmadıktan sonra bize topraklarda rahat ve huzur vermezler.

Bunca tavizden sonra; Milli gururumuz ile daha fazla oynamalarına izin vermeden “zararın neresinden dönersek kârdır” anlayışı ile öncelikle birliğin taahhüt edip yerine getirmediği yükümlülükler konusunda net tavır göstermeliyiz.  En kısa sürede AB’ne üye ülkelerin başta   ABD olmak üzere çeşitli ülkelerle yaptığı serbest ticaret anlaşmasına benzer anlaşmaların Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasında da yapılabilmesinin önünü açmalıyız, birlik üyesi ülkelere vizesiz seyahat etmemiz önündeki engeller kaldırılmalı, Gümrük Birliği Anlaşmasından vazgeçilerek  yerine serbest ticaret bölgesi anlaşması yapmanın yolunu bulmalıyız.