Yüce Allah; Âlemleri yaratırken her şeyi zıddı ile kaim etmiştir. Varlığın temeli bu zıtlıklar üzerine bina edilmiştir. Birbirine tezatmış gibi görünen birçok şey devamında birbirinin tamamlayıcısıdır. Kâinatta zıtlıklar içinde var olmuştur.  Gerçek dediğimiz algılarımızda bu zıtlıklar içinde tezahür eder.

Günlük hayatta bunun birçok örneğini görmek mümkün. İyi-kötü-güzel-çirkin-zor-kolay, siyah-beyaz, ham-olgun gibi. Bir an dahi olsa düşündüğümüzde hayatın bu zıtlıklar içinde devam edip gittiğini hemen kavrarız.

Kişileri ve olayları değerlendirirken başvurduğumuz kıstas aslında bu zıtlıklardır. Diyelim ki birisinin yaptığı işte çok yetenekli veya yeteneksiz olduğuna karar vereceğiz. Burada mühim hadise neye göre yetenekli veya neye göre yeteneksiz olduğuna nasıl kanaat getirdiğimizdir.

Bir hırsız düşünün her gece birkaç evi soyuyor.  Çok değerli eşyalar çalıyor bunu meslek edinmiş, bir başka hırsız için o şahıs gerçekten çok yetenekli işinin ehli üstattır,  büyüktür, örnek gösterilecek biridir.  Evi soyulan canın yanan için ise aşağılık adamın tekidir. Kötünün kötüsü yüzüne tükürülecek asla örnek olamayacak şahsiyettir. Bu hükümleri verirken bakacağımız ana kaynak ne olmalı, neye göre bu hüküm vermeliyiz. Referansımız ne olmalı.  Hırsızlığın yazılı ya da yazısız kurallarına mı bakacağız, yoksa Allah’ın emrettiği doğruları anlatan ilham kaynağı doğrudan Yüce kitabımız Kur’an’nın emrettiği hükümler dikkate alınarak oluşturulmuş fikirlere mi bakacağız. Kötüye kötü derken çıkış noktamız neresi olacaktır. Fıtratında kötülük olan ve kötü olduğunun farkında bile olmayan birisine ‘’sen kötüsün’’ diye ısrarla söylenmenin faydası olacak mıdır? Hepimiz biliyoruz ki Kur’an’nın emrettiği hükümlerden uzaklaşmak insanı bencilleştirir dünya nimetlerine olan meylini artırır.

Türkiye’nin ve Tüm İslam Aleminin problemi belli. Allaha kul olmak varken birilerine kulluk etmeyi marifet zannediyoruz. Bencil dediğimiz insanlar bile kendi benliklerinin esiri olduğunun farkında değiller. Hele bir de kendi benliği de güçlü değilse başka bir bencilin fiillerini eylemlerini taklit etmeye başlayıp, onun egosunu yansıtıyorlar. Bu noktadan itibaren farkında bile olmadan kula kulluk etme dediğimiz eylemin aktörü durumuna geliyoruz. Komplekslerinden ve önyargılardan arındırılmış bir düşünce yapısı insanları ahlaki açıdan daha olgun ve üstün duruma getirir. Yoksa başımıza gelenlerin farkına varmadan bizi köle edenlere bağlanırız ki o noktada eşref-i mahlûkat olma özelliğimizi kaybeder aşağılıkların aşağısı durumuna düşeriz. Gözümüzde büyüttüğümüz, taklit ettiğimiz karakterin yaptığı küçücük şeylere aldanır, olayları onun gözünde görmeye onun yanlışlarına bile hak vermeye başlar benliğimizi kaybederiz.

Zaman zaman ‘’kimsin sen’’ sözüne muhatap oluruz. Aslında birbirimizden çok farkımız yoktur. Oyunun sonunda şah ya da piyon olarak aynı oyun tahtasının üzerinde yerlerimizi alacağız. Ne mutlu ‘’hiç’’liğe talip olup, sonunda her şeye sahip olanlara. ‘Hiç’ olduğunun idrakinde olan bir kişi bir başka insana karşı kibir, küçük görme, haset, nefret, intikam, çekememezlik gibi olumsuz duyguları duyamaz. Duysa da bunlar ‘Hiç’ tefekkürü ile yavaş yavaş erirler ve yok olurlar.

Söylediklerimizi güzel bir Nasrettin hoca fıkrası ile bitirelim ve siz kimsiniz diye soralım.

Hiç Olmak

Nasrettin Hoca’ya sormuşlar:

“Kimsin?”

“Hiç” demiş Hoca, “Hiç kimseyim.”

Dudak büküp önemsemediklerini görünce, sormuş Hoca:

“Sen kimsin?”

“Mutasarrıf” demiş adam kabara kabara.

“Sonra ne olacaksın?” diye sormuş Nasrettin Hoca.

“Herhalde vali olurum” diye cevaplamış adam.

“Daha sonra?” diye üstelemiş Hoca.

“Vezir” demiş adam.

“Daha daha sonra ne olacaksın?”

“Bir ihtimal sadrazam olabilirim.”

“Peki, ondan sonra?”

Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp son makamını söylemiş:

“Hiç.”

“Daha niye kabarıyorsun be adam. Ben şimdiden senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım:

“Hiçlik makamında!”